Bu sayımızda bür konuk yazarımız var. Adalet konusunu işlediğimiz bu ayda beni kırmayıp nasıl konuşurum?’a katkıda bulunduğu için Onur Eylül Kara’ya teşekkür ederim. Çok aydınlatıcı, düşündürücü ve bence konfor alanımızdan bizi çıkaracak yazısına (çünkü konfor alanımızdan çıkmadan gerçekten adalet hakkında konuşmak bence zaten mümkün değil) geçmeden önce sizleri Onur Eylül ile tanıştırmak isterim:
Onur Eylül lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini ODTÜ’de siyaset bilimi alanında tamamladı. Üç yıla yakın bir süre içinde, dört farklı üniversitede, lisans ve yüksek lisans seviyelerinde dersler verdi. Hepsinde de çok heyecanlı ve hevesliydi ama kısa zamanda bu yoğun deneyim ona, onun için uygun yerin üniversite olmadığını gösterdi. Şimdi mesleğini bağımsız olarak sürdürüyor; bildiklerini, heyecanını, sevgisini paylaşmak için mesafeleri aşan çevrim içi çalışmalar hazırlıyor. Bununla birlikte bilim, sanat ve felsefe alanında profesyonel ve gönüllü işlerin yapıldığı, karşılaşmalara ve öğrenme deneyimlerine açılan Artı Alan’ın eş yürütücülüğü yapıyor.
Adaleti konuşmak
Yazan: Onur Eylül Kara
Hem bireysel hem de toplumsal olarak bir ahlakın içindeyiz, aslında parçasıyız; yani onu farklı şekillerde hem var ediyoruz, öznesiyiz, onunla yaşıyoruz, hem de onun muhatabı, nesnesiyiz. Nasıl biz ahlakı yapıp oluşturuyorsak, ahlak da bize bir şeyler yapıyor.
En yakınımızdakine, içinde yaşadığımız genel ahlaka baktığımızda nasıl bir adalet anlayışı görüyoruz?
Bir düzen, bir yapı, bir bütün olarak ahlak, vakıf olması dikkat ve emek isteyen bir komplekstir. Çok sayıda katmanı ve çok sayıda temeli vardır. Bunlardan biri de hukuk sistemi ve adalet anlayışıdır. Evet, her ahlak düzlemi geri planda işleyen belli bir adalet anlayışına yaslanır. Peki biz en yakınımızdakine, içinde yaşadığımız genel ahlaka baktığımızda nasıl bir adalet anlayışı görüyoruz?
Bu soruyla birlikte kompleks içinde başka bir kompleksin içindeyiz. Tıpkı ahlak gibi, adalet anlayışı da aslında çok sayıda katmandan ve temel kabullerden oluşur. Burada bunlardan yalnızca birine değineceğim: İntikam.
Böyle söyleyince garip duyulmuş, acı gelmiş, sert çınlamış olabilir. Ama gerçek bu. Ahlak düzleminde adalet arayışı, uğradığımız bir haksızlığa karşı çoğu zaman o kişiyi cezalandırmaya yönelik tepki ve hınç dolu bir taleple el ele gidiyor, intikam istiyoruz.
Örnek vermek öyle kolay ki çünkü bu intikam isteği öyle yaygın ve öyle alışılmış ki. Herkes başından geçen bir haksızlığı ve adalet talebini kendisi bir hatırlasın, iyice baksın. Biz şimdi birlikte, son dönemde yaşananları hatırlayalım. Tüyler ürperten Yeni Doğan Çetesi’nin yaptıkları karşısında canımız çok yandı ve bir çoğumuz adalet için haykırdı, suçluların cezalandırılmasını istedi, hatta çoğu zaman olduğu gibi bunu doğrudan kendilerinin yapmak istediklerini söyleyenler de oldu, her yerde. Ve bu istek, kimilerinde giderek dramatikleşti, suçluların yaptığına çok benzer dehşet verici cezalar önerildi, yüksek sesle, alenen, ahlakın ağır bastığı her medyada, her yerde. Çünkü olağan bu. Kısacası aslında bu olay konuşulmadı değil, konuşuldu. Ama mesele, daha ziyade nasıl konuştuğumuzla ilgili.
Peki böylece ne oldu?
Çok şey oldu. Bunlardan belki en önemlisi şu: Hiçbir şey değişmedi. Lütfen dikkat. Bunun nasıl ciddi bir şey olduğuna dikkat edelim. Hiçbir şeyin değişmemesi, olanın olduğu gibi devam etmesi demektir. Yani olan, olduğu gibi devam edecek kaynağı / zemini yeniden üretmiş oldu. Acaba diyorum, olanın ve bütün bu olanları üreten ahlak sisteminin ve cezalandırıcı adalet anlayışının istediği de zaten böyle bir şey olabilir mi? Acaba, acısını duyduğumuz şeye karşı salt tepki gösterdiğimizde, eleştirdiğimiz / öfkelendiğimiz / kızdığımız her neyse onunla, ona benzeyerek, onun araçlarıyla, onun dili ve duygularıyla cezalandırmaya kalktığımızda, olanın süregitmesini sağlamış, hatta güçlendirmiş olabilir miyiz? Öyle görünüyor.
Tepkiselliğin, cezaya yönelmenin ve indirgeyici yaklaşımın egemen olduğu adalet anlayışı adaletin tek ve mutlak formu olamaz.